Geçen hafta akşam vakti evde çay içerken küçük kız çocuğum yanımda oyun oynamaya başlamış, çay bardağını ayağına dökmüştü.
Hemen hastaneye götürüp, acil bölümünde çocuğu sedye üzerine bırakmıştım. Çocuğun ayak bileğinin üst tarafında yanıklar oluşmuş, yanmış derisi hemşireler tarafından kaldırılıp yaraya merhem sürülecekti.
Çocuk hem acıdan hem de gördüğü manzara karşısında çığlık atıp bana sarılıyordu. Böyle olaylar karşısında çok duygusal olmama karşın metanetli davranıp çocuğu teselli etmeye çalışıyordum. Ancak çocuk duyduğu acıdan bağırarak ağlamaya devam ediyordu. Neyse ki pansumanı bitmiş eve dönmüştük.
Çocuk ağlamaktan bitap düşmüş uykuya dalmıştı. Çocuğun başucunda oturup melul ve masum uyuması karşısında bir anda tefekküre dalmış, duygu yoğunluğu içinde uzaklara gitmiştim. İnsanın çocuğunun başına bir şey gelmesi ya da gözlerinin önünde acı çekmesi ne kadar da zor bir durumdu. Ve dahası bu durumun çok daha ağır ve zor olanını dünyanın bir yerinde insanlar her gün yaşıyordu.
Birden Gazzeli çocuklar gelmişti aklıma.
Bizler her sabah çocuklarımıza sarılıp kucaklaşarak evden ayrılırken Gazzeli babalar çocuklarının yanmış kül olmuş cesetlerini arıyor olmalıydı enkazlar altında. Onların ne yetişecekleri bir hastaneleri ne de yaralarını saracak bir doktor ve hemşireleri vardı.
Üstelik hiçbir yer onlar için güvenli değildi. Hani bizde de ara ara depremler oluyor, korku ve paniğe kapılır kendimizi sokaklara parklara ve açık alanlara atarız ya… İşte onların böyle bir şansı da yok. Çünkü hiçbir yer onlar için güvenli değil.
Her an binalarının tepesinde füzeler patlıyor, Okullar, Camiler, hastaneler yerle bir oluyor.
Gazze'de insanlar aylardır dünya tarihinde eşi benzerine rastlanmamış bir katliamla, bombalanıyor, masum bedenleri havaya uçuruluyor, tankların altında eziliyor, diri diri yakılıyor, üşüyerek, boğularak, aç kalarak, hastalıkların pençesinde boğuşarak denizde, enkazda, kampta, çadırlarda her yerde aklınıza gelebilecek her türlü vahşi ölümü tadarak öldürülürken doğal hayatımıza pekâlâ devam eder, ruhumuzda kalmışsa bir kıpırtı ve yaşam denilecekse adına yaşamaya devam ediyoruz…
”Çocuk Hakları, İnsan hakları” gibi uluslararası hukuk’un, insanlık onurunun toprağa gömüldüğü, merhametin, adaletin inancın vurulduğu, çocukların ölümle doğduğu bir çağın sessiz utancı, bir annenin kucağında başsız çocuğuyla haykırdığı acı, çocukların parklara değil mezar taşlarına koştukları, ellerinde oyuncaklar değil, kardeşlerinin parçalanmış bedenlerini taşıdıkları, geleceğe dair hayal kurmanın ötesinde bir yaşam mücadelesi verdikleri, insani duygularla anlamlandırılamayacak ve hiçbir cümle ile yazılamayacak, sosyal toplumsal hiçbir ideolojide eşi benzeri olmayacak bir zulmün ve soykırımın yaşandığı manzara karşısında zaman zaman ruhumuz acı çekse de ara ara acılarını, yaşadıkları acı manzaraları paylaşıp dertlerine ortak olduğumuzu göstermeye çalışsak da çok da sürmez bu etki. Zaten onlar için biz ne yapabiliriz ki? Devletlerin sorumluluk alanına giren bir mevzuyu kafaya takıp hayatı kendimiz ve çocuklarımız için de zehir etmeye ne gerek var ki?
Aklımızın ürettiği makul bahanelere çoğu kez kalbimiz yenik düşerde normal hayatımıza devam ederiz değil mi?
Fani ölümlü bir dünyada bunca acı ve hüznün yaşandığı bir havada gamsız bir hayat sürerek kendini unutarak avutarak yaşamasını bilen tek canlı insan olsa gerek.
Yanan bizim çocuğumuz olmadığı süre yananları anlamayacağımız da çok ayrı ve acı bir gerçek…
Ölümün hayattan çok daha kıymetli olduğu bir çağda, ölmemenin ölmekten çok daha zor olduğu zamanda yaşıyoruz. El kadar bebekler, günahsız çocuklar dünyanın gözü önünde diri diri yanarken bir şey yapamamak ve yarın sadece yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımız için de hesaba çekilmek…
Belki savaşın ortasında değiliz ama inanın hepimiz bu suçun kıyısında köşesinde yer alıyoruz. Her sessiz kalışımızla utanç duvarımıza bir tuğla daha örüyoruz.
1.500 yıl önce kız çocukları toprağa diri diri gömülürken susanlar ile bugünkü soykırım karşısında susanlar arasında hiçbir fark yoktur. Bugünkü suskunluğun vebali daha çoktur.
Önce kendi nefsime ve şahsıma söylemek gerekirse; kaçan gol, gidilemeyen yol, alınamayan telefon kadar üzülmedik cayır cayır yanan çocuklara.
Arabamızdaki çiziklerin derdine, giydiğimiz elbisenin uyumuna, hava durumuna, salondaki koltukların modeline, trafiğin yoğunluğuna, altının gram fiyatına takıldığımız kadar dert olmadı bize Gazze’de yanmış, parçalanmış çocuklar….
Ateş düştüğü yeri yakar, insan kendi evinde yangın çıkmadığı süre başkasının evindeki alevleri dert etmez, acı çekmeden acının ne olduğunu bilemez. Zevklere ve hırslara adanmış toplumun sosyolojik yapısı bize dokunmayan yılanlar bin yıl yaşayabilir, rahatımız konforumuz yerindeyse başkaları acı çekse de olur düşüncesinin tutsağı haline gelmiştir.
İnsan girdiği her platformda bedenini ve yeteneklerini sergilemeye çalışsa da duygu düşünce ve hisleriyle insandır. Tolstoy’un tabiri ile “Acı duyabildiği kadar canlı, başkalarının acısını duyabildiği kadar da insandır” aksi halde tahta bir kalastan farksızdır insan.
Sözün özü, bugün özelde Gazze’nin acısı üzerinden insanlığımızın hissiyatlarını vicdan terazisinde tartmaya çalışsak da zulüm sınır ve hudut tanımayacak, besleyerek destekleyerek yaşattığımız, yaşamasına müsaade ettiğimiz yılanlar ısıracak av aramaya devam edecektir.
Belki geç olacak, olayın gerçek yüzünü anlayıp işin farkına vardığımızda göreceğiz ki; yanan ve parçalananlar hep Gazzeli çocuklar olmayacak…
BU ATEŞ HEPPİMİZİ YAKACAKTIR...