Bir toplumun en büyük zenginliği, sahip olduğu maddi varlıklar değil, ortak değerleridir.
Bu değerler; aileden başlayarak, komşuluk ilişkilerinde, iş hayatında, siyasette, hatta inanç dünyasında kendini gösterir. Ne var ki, değerlerin erozyona uğradığı bir dönemde yaşıyoruz.
Artık ilişkilerde samimiyet değil, çıkar hesapları öne çıkıyor. “Dostluk” dediğimiz şey çoğu kez menfaatler üzerine inşa ediliyor.
Birinin yanında olmak, onun iyiliğini istemek yerine, ondan ne kazanabileceğimizin hesabı yapılıyor. Siyasette, İş dünyasında güven kavramı yerini kısa vadeli kazançlara bırakmış durumda.
Siyasi alanda ise değerlerin kaybolması, toplumsal birlikteliğin çözülmesine ve gelecek ile ilgili kaygıların artmasına neden olmaktadır.
Siyaset, halka hizmet etme aracı olmaktan çok, kişisel veya grupsal çıkarların çatışma sahasına dönüştüğünde tüm değerler yerle bir olmaktadır.
Bunun sonucunda, Yalan, iftira ve popülizm siyasetin meşru araçları haline getirilebiliyor. Bu da demokrasiyi sadece şekilsel bir vitrine indirgemektedir.
Dini değerlerdeki aşınma ise başka bir tehlikeyi barındırıyor. İnancın özü olan ahlak, adalet ve merhamet geri planda kalırken, şekilcilik ve çıkarcılık ön plana çıkıyor.
Dini, kendi menfaatini korumak için kullanan anlayış, hem toplumsal güveni hem de inançların samimiyetini zedeliyor.
Kültürel değerlerimizde de aynı tablo mevcut. Bir zamanlar el üstünde tutulan edep, saygı, misafirperverlik gibi geleneklerimiz unutulmaya yüz tutmuş durumda.
Yerine tüketim kültürünün dayattığı bireysellik, hız ve gösteriş hâkim oluyor.
Sonuçta ortaya, köksüzleşmiş, birbirine güvenmeyen, çıkar ilişkilerinin esiri olmuş bir toplum çıkıyor. Oysa değerler kaybolduğunda sadece bireyler değil, bütün bir millet zayıflar. Çünkü değerler, toplumun tutkalıdır; onları yitirdiğimizde elimizde kalan şey, dağınık ve kimliksiz bir kalabalıktan ibarettir.
Bugün yapılması gereken, değerleri nostaljik bir özlem gibi anmak değil; onları yeniden hayata geçirmek, günlük ilişkilerimize taşımaktır.
Samimiyeti, adaleti, merhameti ve dürüstlüğü yeniden merkezimize koymadıkça, hiçbir ekonomik, siyasi ya da teknolojik gelişme bizi kurtaramaz.
