Sokaklar kalabalık, ekranlar dopdolu, ama insanın içi bomboş.
Bugün bir toplumun sessiz çöküşüne tanıklık ediyoruz. Ne bir çığlık var ne de bir isyan. Her şey, gürültünün içindeki bir sessizlikle yaşanıyor. Sosyal medya mecralarında kurulan yapay hayatlar, geçici hazlar, filtrelenmiş mutluluklar insanın içindeki derin boşluğu doldurmaya yetmiyor. Çünkü insan yalnızca anlık beğenilerle var olamaz.
İnsanın doğasında köklerine tutunma, bir yere ve bir kimliğe ait olma arzusu vardır. Fakat modern çağda bu aidiyet arayışı çoğu zaman çarpık zeminlerde karşılık buluyor. Etnik fanatizmler, sahte cemaat aidiyetleri, ideolojik kutuplaşmalar ya da sosyal medya “aileleri”… Hiçbiri insanın o derin bağ kurma ihtiyacını karşılamıyor; sadece üstünü örtüyor.
Bu sahte aidiyetler içinde sıkışan birey, zamanla benliğini kaybediyor. Kim olduğunu unutuyor. Kendini tanımayan birinin, içinde yaşadığı toplumu tanıması da mümkün olmuyor. Toplumsal meseleler karşısında duyarsızlık işte tam da bu noktada başlıyor. Yangınlar yanarken sessiz kalan, adaletsizliklere alışan, yoksulluğun sıradanlaştığı bir toplumun temeli burada çürüyor. Sessiz bir çöküş bu.
Bir de sürekli olarak “değerli görünme” çabası var. İçerikten çok gösterişin, hakikatten çok imajın ön planda olduğu bir çağda yaşıyoruz. İnsanlar artık değerli olmak değil, değerli görünmek istiyor. Bu nedenle başarılar şova, iyilikler reklama, insan ilişkileri ise performansa dönüşüyor. Geriye ise yalnız, yorgun ve yabancılaşmış bireyler kalıyor.
Toplumsal çürüme, bir anda patlak veren bir kriz değildir. Bu bir süreçtir. Ve biz şu anda tam da bu sürecin içindeyiz. Ne yazık ki sessiz, ama sistematik bir biçimde değerlerimizi, bağlarımızı ve hatta insanlığımızı yitiriyoruz.
Oysa ki çözüm, teknolojiye düşmanlıkta ya da nostaljide değil. Çözüm, insanın kendini yeniden tanımasında.
Gerçek bir kimlik inşasında, sahici ilişkilerde, samimi aidiyetlerde.
Yani önce kendimizi bulmalıyız. Köklerimize dönmeli, toplumu yeniden inşa etmeliyiz. Yoksa bu sessiz çöküş, hepimizi içine çekmeye devam edecek.
