Son yıllarda bazı şehirlerin büyükşehir olma çabaları yeniden gündemde. Batman’da bunların içindeki şehirlerden bir tanesi. İlk bakışta kulağa hoş geliyor. Daha fazla hizmet, daha fazla yatırım, daha modern bir şehir yaşamı.
Ancak içinde yaşadığımız siyasi ve ekonomik gerçeklikler dikkate alındığında, bu hayalin arkasında ağır bir faturanın saklandığını söylemek gerek bence.
Türkiye’de büyükşehir olmanın ilk etkisi, yönetim yapısının değişmesiyle başlıyor. İl Özel İdareleri kaldırılıyor, köyler mahalle statüsüne geçiriliyor, su, çöp, imar gibi hizmetler büyükşehir belediyesine devrediliyor.
Teorik olarak bu, merkezi bir hizmet sistemi ve daha düzenli bir şehirleşme demek. Ama pratikte yaşanan, hizmetin merkezde yoğunlaşması, kırsalın kaderine terk edilmesi riski de artmış oluyor.
Bugün mevcut büyükşehirlerde bile alt yapı yetersizliği, çevre kirliliği, ulaşım sorunları, plansız yapılaşma ve kontrolsüz göç gibi ciddi problemler yaşanıyor. Bu yükün altından kalkamayan belediyelere bir yenisini eklemek ne kadar mantıklı?
Köylerde yıllardır kendi imkânlarıyla ev yapan vatandaş, artık yapı ruhsatı olmadan çivi bile çıkamayacak. Eskiden vergi ödemeden yaşadığı toprakta şimdi emlak vergisi, çevre temizlik vergisi ve daha nice kalemle baş başa kalacak. Hayvancılık yapan, kendi sebzesini eken insanlar artık “imar mevzuatı” yüzünden nefes alamaz hale gelecek.
Köylü şehirli yapılmıyor; şehirli gibi vergi vermesi isteniyor, ama ne hizmet var, ne destek bu muamma…
Büyükşehir yasası, pratikte yerel yönetimlerin güçlenmesini değil, merkezden kontrolün artmasını sağlıyor. Özellikle muhalefet partilerinin yönettiği büyükşehir belediyelerine kaynak kısıtlamaları riski nedeniyle eşit hizmet hakkı dezavantajlı hale geliyor.
Büyükşehir statüsüyle birlikte köy tüzel kişilikleri ortadan kalktığı için, köy arazileri üzerindeki tasarruflar da merkezi ve belediyeye geçiyor. Bu da yerel halkın toprak ve doğal kaynaklar üzerindeki kontrolünü kaybetmesi anlamına geliyor. Bir anlamda halkın değil, siyasetin kazandığı bir düzen kuruluyor desek haksızlık olmaz sanki…
Büyükşehir olmakla birlikte yapılan ilk iş genelde bir “şehir giriş takı” veya “yeni logo” oluyor. Altyapı, arıtma, tarımsal kalkınma gibi temel ihtiyaçlar ise yıllarca bekliyor. Siyasi vitrine oynayan projeler, belediye bütçesini tüketiyor. Gerçek sorunlara değil, gösteriye yatırım yapılıyor. Üstelik zaten ekonomik krizle boğuşan vatandaş için bu yeni statü, sadece yeni yükler demek oluyor.
Türkiye’nin ihtiyacı olan şey daha fazla büyükşehir değil, daha adil ve katılımcı bir yerel yönetim modelidir. Hizmetin şehre göre değil insana göre götürüldüğü, köylünün köyde, şehirlinin şehirde yaşayabildiği bir sistem olmalı.
Bugün bazı şehirlerin büyükşehir olma talebi aslında halktan değil, siyasi elitlerden geliyor. Halk ise gerçeklerle yüzleştiğinde şunu görecek. Büyükşehir olmak, tabela büyütmekten öteye geçmeyecek. Hayatı kolaylaştırmak yerine daha da pahalı, karmaşık ve bürokratik hale gelecek.
Kısacası, büyükşehir olmak bir ilerleme değil, halkın sırtına yeni yükler bindirmenin kibar adı olacak.
Büyükşehirlerde yaşamak, aynı mülk için daha fazla vergi ve harç ödemek anlamına gelecek.
Hizmet kalitesi beklentisiyle yapılan bu uygulamaların çoğu zaman hizmet düzeyiyle orantılı olmadığı görülecek ama iş işten geçmiş olacak…
