Yıl 1991. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde LEYLA ZANA kürsüde yemin ederken son cümleyi şöyle tamamlıyor:
“Bu yemini Türkler ve Kürtlerin kardeşliği için ediyorum.”
O an Türkiye’nin siyasi, toplumsal ve medya refleksleri tek bir ortak noktada birleşti. “Skandal.”
Ardından linç kampanyaları, yargı süreçleri, cezaevi yılları ve bir toplumun içinde bastırılan ortak bir sorun daha da görünmez hâle geldi.
Yıl 2025. Bu kez aynı LEYLA ZANA, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde, Süleymaniye’de bir etkinlikte konuşuyor:
“TÜRKLER VE KÜRTLERİN KARDEŞLİĞİ İÇİN BURADAYIM.”
Alkışlar, övgüler, sessiz ama onaylayan diplomatik tebessümler… Bu aradaki fark, sadece 34 yıl değil. Aynı zamanda milyonlarca insanın hayatını etkileyen kayıplar, acılar ve değişen politik refleksler.
Ne Değişti?
Değişen şey; sorunun özü değil, onun etrafında dönen dil ve bakış açısı. Kürt meselesi artık ne devlet için bir tabu, ne toplumun tümü için bir tehdit. Ama hâlâ gerçek bir çözüm üretildiği de söylenemez.
Devlet aklı, zaman zaman bu konunun üzerinden geçip yumuşama politikalarına yöneliyordu. Özellikle dış politikada manevra alanı azaldığında, Kürt kartı içeride değil dışarıda oynanıyor. Süleymaniye’de alkışlanan sözler, Ankara’da hâlâ tereddütle karşılanabiliyor. Ve bu tereddüttün arkasında bir korku daha var.
Yeni Milliyetçilik ve Eskiye Dönüş Korkusu;
MHP, bu meselede artık beklenen refleksi gösteriyor görünüyor. Ancak son yıllarda sahneye çıkan yeni kuşak milliyetçi partiler, özellikle İYİ Parti ve Zafer Partisi ve benzeri yapılar ile Sözcü TV’nin Kemalist dilini kullanan bazı kemalistler daha katı, daha dışlayıcı ve daha tahammülsüz bir dil benimsiyorlar.
Bu partiler sadece Kürt meselesinde değil, Türkiye’deki bütün etnik, kültürel ve dinsel çeşitliliğe karşı daha keskin bir reddiye çizgisi taşıyorlar. Üstelik bu keskinlik, ciddi bir seçmen kitlesinde de karşılık buluyorlar.
Bu durum, sadece Kürt vatandaşlarda değil, birçok sağduyulu insanda şu soruyu sorduruyor;
Olası bir iktidar değişikliğinde, yeniden en başa mı döneceğiz? Çözüm süreci, açılımlar, yerel barış girişimleri, hepsi bir kez daha tarihin tozlu raflarına mı kaldırılacak? Yani bir 1990’lara, ya da daha kötüsü 1980’lere geri mi döneceğiz? Diye korkular oluşuyor. Yani hâlâ ciddi bir risk var.
Kürt meselesi hâlâ bir seçim malzemesi, hâlâ milliyetçilik gösterisi için kullanılan bir kaldıraç ve hâlâ iktidar savaşlarının malzemesi olarak masada duruyor.
Aksi hâlde, her iktidar değişikliğinde yeniden en başa dönme korkusu, barışa değil güvensizliğe hizmet eder. Ve biz bu döngüde, bir halkın ortak geleceğini ısrarla geçmişin gölgesine hapsetmiş oluruz.
Ve devlet aklı, iktidar ve basın üçlüsü sabitmiş gibi davranıp sürekli yön değiştirdiğinde ise toplumun omurgası kırılıyor.
Bu kırık omurga ile yürümek mümkün olmuyor.
