Toplum, bir cinnet ülkesine dönüşüyor. Gün geçmiyor ki bir kadın, bir anne ya da bir kız çocuğu erkek şiddetiyle hayattan koparılmasın. Dün Kahramanmaraş'ta 38 yaşındaki Hakan Yılmaz, eski eşi ve kayınvalidesini silahla öldürdü, eski eşinin kızını ağır yaraladı. Polis tarafından sıkıştırıldığında ise kendini vurarak yaşamına son verdi. Ondan bir gün önce, Balıkesir Edremit'te cezaevi firarisi bir adam, etrafa kurşun yağdırarak katliam yaptı. Her iki olayda da ortak bir nokta var: kontrolünü yitirmiş, öfkesine esir olmuş, içten içe çürüyen bir erkeklik anlayışı.
Kadın cinayetleri artık bireysel değil, yapısal bir sorun. Bu ölümler, birer anlık öfke patlaması değil; toplumsal bir çöküşün, ekonomik ve ahlaki bir tükenişin göstergesi. Erkek, kendini hâlâ “aile reisi” olarak gören; kadını, çocuğu ve ailesini “mal” gibi sahiplenmeye alışmış bir düzende büyüyor. Kaybetmeyi kabullenemiyor. Ailesini kaybettiğinde, aslında “iktidarını” kaybettiğini sanıyor. Bu sanı, onu silaha götürüyor.
Ekonomi, geçim sıkıntısı, işsizlik, borç... Hepsi birer ateş. Ama o ateşi büyüten şey, asıl olarak öğretilmiş erkeklik. “Erkek dediğin ağlamaz, pes etmez, sözünden dönmez” kalıplarıyla büyüyen bir çocuk, yıllar sonra bir yetişkine dönüşüyor — sevgiyi, sabrı, yenilgiyi bilmiyor. Kaybettiği her şeyi öfkeyle geri almaya çalışıyor. Kadın gidince, o da silaha sarılıyor. Çünkü başka bir dil, başka bir çıkış yolu tanımıyor.
Her kadın ölümü, devletin, toplumun ve hepimizin sessizliğinin bir sonucudur. Birçoğu daha önce karakola gitmiş, şikâyette bulunmuş, uzaklaştırma kararı aldırmıştı. Ama sistem onları koruyamadı. Caydırıcılık zayıf, önleme mekanizması yok, yargı ise yavaş. Fail serbest kalıyor, mağdur mezarda kalıyor. Adaletin gecikmesi, aslında yeni cinayetlere davetiye çıkarıyor.
Bir de medyanın dili var. “Cinnet geçirdi”, “kıskançlık krizi” gibi cümleler, cinayeti meşrulaştırıyor. Bu dil, suçu kişisel hastalığa indiriyor, toplumsal suçu örtüyor. Oysa bu ölümler tek bir adamın değil, bir sistemin, bir anlayışın suçu.
Kadın ölümleri tesadüf değil; göz göre göre, susularak büyüyen bir trajedi.
Toplum, artık şu soruyu sormalı:
Neden her kriz döneminde erkek öfkesi kadını buluyor?
Neden her ekonomik çöküşte, her işsizlikte, her yoksullukta ilk kurban kadın oluyor?
Ve neden “aile reisi” olmayı hâlâ “aileye hükmetmek” sanıyoruz?
Devlet, “önlem alıyoruz” demekle yetinemez. Gerçek önlem, zihniyeti değiştirmekten geçer. Eğitim sisteminden adalet mekanizmasına, medyadan siyasete kadar herkes bu sorumluluğu taşımak zorunda. Çünkü bugün öldürülen her kadın, yarın susturulacak bir toplumun habercisidir.
Kadın cinayetleri bu ülkenin utancıdır. Bu ölümler tesadüf değil, kader hiç değil. Bunlar, yıllardır süren suskunluğun, görmezden gelmenin, “aile içi mesele” diyerek kapatılan dosyaların sonucudur. Bu ülke kadınları hak ettiği yaşamı, korkmadan, saklanmadan, özgürce yaşayana kadar — hiçbirimiz huzur bulamayacağız.
Spot - Özet: "Kadın ölümleri birer anlık cinnet değil, sistematik bir çürümenin aynasıdır. Ekonomik kriz, şiddeti körükler; patriarkal düzense onu meşrulaştırır."